YAZARCI...
30 senedir mizah yazıyorum..
Gırgır dergisine,Oğuz Aral,Atilla Atalay,Hasan Kaçan,Ergün Gündüz,Latif Demirci,Behiç Pek,İrfan Sayar'lı efsane yıllarında,dışarıdan kötü mizah öyküleri yazarak başladım mizah yazarlığına..
Sonra televizyona geçtim.Levent Kırca'nın "Olacak O Kadar" ve Ali Poyrazoğlu'nun "İnsanlık Hali" televizyon komedilerine skeçler yazdım.Radyolara,tiyatrolara birkaç oyun derken,yazıdan kafamı kaldırdım,takvime bi baktım,1962'yi 55 geçiyor...
"O kadar yazdım,artık ünlü olmuşumdur herhalde,sokağa çıkayım da hayranlarıma imza vereyim,bankaya gideyim hesabımdan onbin dolar çekeyim,ordan ver elini Marmaristeki yazlığım.Denize gitmeye üşenip,bahçedeki olimpik havuzuma gireyim,bunca yılın yorgunluğunu üzerimden atayım..Deneyimli bir yazar olarak toplantılara katılayım, "Burnunun dikine dümdüz git,hayallerinin ordan sola dön" falan diyerek insanlara yol göstereyim." dedim,
Sokağa çıktım,tanıyan yok.Bankaya gittim,hesabım yok.Telefona baktım,arayan yok..
Yahu insan azıcık ünlü olur!...
Beni birisiyle tanıştırıyorlar,yazardır diyorlar,tanıştığım insanın sorduğu ilk soru : "Adınız ne?.."
Adımı söylüyorum,adımı duymamış.Sohbet orada başlamadan bitiyor.Gözlerindeki sevinç ışığı sönüyor.Memnun oldum deyişinde bile memnuniyetsizlik var...
Bir ara karar vermiştim,beni birisiyle yazardır diye tanıştırdıklarında,gerçek adımı söylemiyordum.Adınız ne diye sorana "Yaşar Kemal" diyordum.
Oltaya takılanlar da oluyordu.
-- Gerçekten mi?..Ben duymuştum sizin adınızı..Sizin Büyük Mehmet mi,küçük Mehmet mi,bir romanınız var değil mi?
-- Hayır hanımefendi,İnce memed..
-- Yok yok ince değil,kitabı gördüm,baya kalın bir kitap...
Kitap da umurunda değil,yazar da umurunda değil.Tek hevesi adı duyulmuş ünlü biriyle tanışmak..
Bende de hata var tabi..
Bu işlerin merkezinden uzaktayım.Sanat ortamlarına,barlara falan girip çıkmıyorum.Başka sanatçılarla,yapımcılarla,yönetmenlerle yıkama-yağlama halinde değilim..
Pendik'teyim..Takıldığım bir kahvehane,sanatın,yazarlığın yanından geçmeyen bir miktar arkadaşım var.Çoğu da yazı yazdığımı bilmez...
Geçen gün kahvede oturmuş,beleş gazetelere bakıyordum,mahalleden bir genç geldi,
-- Abi sen yazarcıymışsın?..
dedi.
"Doğrudur,öyleyim" dedim.Bir süre anlamsız bi şekilde birbirimize baktık.Lafın devamını ikimiz de birbirimizden bekledik,gelmeyince,sıkıldı gitti..
Yakınlarım beni zamanında uyarmışlardı.."Bırak bu yazı mazı işlerini.Yazıyosun yazıyosun da noluyo?.Gir sigortalı bi işe,düzenli bir maaşın olur,senede dört maaş ikramiyen olur,senelik iznin olur,bayram iznin olur.Kumanya veriyorlar..Yakacak yardımı var..Çocuk yardımı var.."
"Hayır" demiştim.."Ben sevdiğim işi yapmak istiyorum..Sigortaya,bayram iznine,yakacak yardımına,hele hele çocuk yardımına hiç ihtiyacım yok.
Çocuk yapılacaksa,kendim yaparım!.."
Hiç fabrika deneyimim olmadığı için,çocuk yardımının ne olduğunu bilmiyordum.Çocuk yardımı denince sandım ki,ben karımla çocuk yaparken fabrikadan birileri gelip bize yardım edecekler..
Ortamı hazırlayacaklar,biri şarap dolduracak,biri mumları yakacak..Biri krem getirmiş..Öteki mavi haplardan getirmiş...
Biri kolumu bacağımı tutacak,öteki arkadan itecek....
Biz fakiriz ya,anlamayız çocuk yapmaktan...
Meğer öyle değilmiş...
Çocuk yaptın diye para veriyorlarmış..
Sanane!..Sana mı yaptım o çocuğu?..
Ama öyleydi işte..Çocuk parası sistemin parçasıydı.
Neden?
Çünkü o çocuk da büyüyünce aynı sistemin parçası olacak,çocuğa şimdiden avans veriyorlar...
Beni zamanında uyaran yakınlarımı dinlese miydim acaba?...
Geçen gün sokakta,beni zamanında uyaran yakınlarımı dinleyip de,sigortalı bi işe girmiş halimle karşılaştım..
Altında Audi marka ikinci el bir araba vardı..Yanında karısı,iki çocuğu..Emekli olmuş,tazminatının üzerine kayınpederinden de biraz borç alıp bu arabayı almış.Büyük oğlanın karısı hamileymiş,yakında torun sahibi olacakmış...
"Benim de" dedim "Yakında bi kitabım çıkacak..."
Acıyan gözlerle tepeden tırnağa süzdü beni,üstüme başıma baktı baktı,sonra da "Değdi mi?." diye sordu..
"Değdi.." dedim..
"Nasıl değdi?" dedi,
"Değmeden anlayamazsın..." dedim....
...
1990 yılında,iki sene çalıştığım "Levent Kırca-Olacak o kadar" dan ayrıldıktan sonra,bir süre,televizyona skeç programı yapan,adını hatırlamak istemediğim genç bir tiyatro patronuyla çalıştım...
Yazdığım skeçlerin parasının ödenme zamanı geldiğinde,tiyatro patronu önce programın diğer unsurlarının hesabını yaptı "Oyunculara şu kadar..Teknik ekibe bu kadar..Dekorlara o kadar..Şuna şu kadar,buna bu kadar" dedikten sonra,gayet sıradan bir ifadeyle bana "Senin para işin kolay,seni düşünmüyorum,sen zurnanın son deliğisin.." dedi..
Bunu şahsen beni değil, "Yazar"ı kastederek söyledi..
Ona o an "Zurna Goethe'ne girsin!." demediğim için duyduğum pişmanlık,pişmanlıklarımın arasında en dikkat çekenlerden biridir..
(Goethe : 1749-1832 yılları arasında yaşamış Alman Edebiyatçı...Eserlerinde özellikle felsefi derinlik dikkat çeker..En önemli eserleri : "Faust..Genç Werther'in acıları..Übersetsung Und bearbeitung von Voltaire..Unterhaltungen deustcher ausgevanderten ile Whalverwandschaften" dir...
Bi de kendisidir..
Bir insanın en önemli eseri kendisidir...
Televizyon yazarlığına başladığımda hissetmezden gelmeye çalıştığım ilk duygu buydu.
Sessizliklerini,mütavazılıklarını fırsata çeviren bazı tiyatro ve televizyon zurnaları,yazarların iliğini ekmeğin üzerine yağ diye sürüp yediler...
Bir başka patron bir gün,hatırlamadığım bir mevzunun sonunda bana "Ben senin iyiliğini istiyorum" diyeceğine, dili sürçmüş, "Ben senin iliğini istiyorum!." demişti..Sonra anladım ki,sürçen sadece dili değil,herifin tamamıydı..Sürçük bi herifti..
Kadrosundaki oyuncuları çok ucuza çalıştıran bir başka tiyatro patronu da,biz yazar ekibini kendisine oyuncularından daha yakın görmüş olacak ki,bir sohbet sırasında bize,oyuncularını kastederek, "Ben bunlara çok para verirsem,beni bırakır giderler.." demişti...
Kadrosundaki yirmi yıllık,tanınmış da bir oyuncu,üçüncü el araba alacak kadar bile para biriktirememişti.Tiyatroya ve televizyon çekimlerine otobüsle gidip geliyordu.Kendisini o şöhretine rağmen otobüste görüp şaşıranlara da,vaziyeti kurtarmak için "Sanatçı halkın içinde olmalı.." diyordu...
Patron her yerde patron,patronluk kuralları heryerde aynı.Limon gibi sıkacaksın,kabuğunu bile bırakmayacaksın,reçel yapıp yiyeceksin...
Cumhuriyet gazetesinde gördüğüm küçücük "Amatör yazarlar aranıyor" ilanı üzerine,verilen adrese,Taksim'e gitmiştim..
Mis sokakta 4 katlı eski bir apartmanın üçüncü katına çıktım,kapıyı çaldım,karşıma Levent Kırca çıktı,ben naaapıyim?...
Televizyonda yayınlanan Olacak o kadar komedi programı için yeni yazarlar arıyormuş..
Programın yazarı Muzaffer Abayhan'la para konusunda anlaşamamışlar..Muzaffer,parasının İtalyan lireti olarak ödenmesini istemiş,Levent Kırca da Bulgar leva'sında ısrar edince Muzaffer programı bırakmış..
Kapıdan girdim,içeri yürüdüm,Levent Kırca'nın odasında,masasının önündeki koltuklardan birinde başvuru yapan başka bir yazar daha : "Yılmaz Erdoğan..." oturuyor...
Yılmaz Erdoğan'la kafa ölçülerimiz aynıydı,iyi arkadaş olduk.Taksimdeki o ajansa hergün gider,bi odasında,başka başvuran yazarlarla birlikte bütün gün skeç yazardık..
Fena kıskanırdım Yılmaz Erdoğanı..Her hafta yanında başka bir güzel kızla elele gelirdi.Ben onun haftada bir değiştirdiği kızların herhangi birinin dizinin dibinde bir ömür geçirebilirim,o kadar güzeller yani ama o her hafta birini bırakıyor,başka birini buluyor..
Bunu nasıl becerdiğini anlamazdım..Zengin desen,henüz zengin değildi..Ünlü desen,henüz ünlü değildi..Yakışıklı desen,henüz yakışıklı değildi..Ondaki kadar yakışık bende de vardı,ben niye bulamıyordum?...
Bigün çektim kenara...ki,bu konular ortada konuşulmaz,kenara çekmek gerekir..
"Nasıl yapıyorsun?..Birbirinden güzel bu kızları nasıl tavlıyorsun?." diye sordum..Bıyıklarıyla oynayarak "Yüz vermeyeceksin" dedi.."Yüz vermeyeceksin,alttan almayacaksın,taviz vermeyeceksin..."
-- Peki bağlantıyı nasıl kuruyorsun?
-- Çok kolay..Gidip yekten söyleyeceksin.
Dediğini yaptım..
Birgün iş çıkışı birlikte bir mekana gittik,güzel bir kızı gözüme kestirdim,yanına gittim,kendimi tanıttım,hoşuma gittiğini söyledim, "Yalnız" dedim, "Yüz vermem,alttan almam,taviz vermem,ona göre!..."
Kız apartopar kalktı masadan,kalkarken de öyle bir baktı ki bana,o bakış hala duruyo bende,bitürlü silemiyorum..
Gittim Yılmaz Erdoğan'ın yanına..
-- Ne oldu?
-- Söyledim..
-- Ne söyledin?
-- Hoşuma gittiğini söyledim.
-- Sonra?
-- Yalnız dedim,yüz vermem,alttan almam,taviz vermem dedim.
-- İyi demişsin..Gerizekalı mısın sen,kıza onlar söylenir mi?
-- Sen demedin mi yekten söyleyeceksin herşeyi diye?
-- Ben sana yekten dedim,sen şeş'ten girmişsin mevzuya...Peki araba nerde?
-- Ne arabası?
-- Para nerde?
-- Ne parası?.Ne diyosun sen Yılmaz?
-- Aklıma bişey geldi,bunu not alayım da yirmi sene sonra bi filmde kullanırım...
...
Ben zaten özel hayatımda da zurnanın son deliğiyim...
Anne,baba,dört çocuklu,altı kişilik bir ailenin sonuncusuyum..
Orda da bi kıymetim yoktu..
Çocukken,evde canı sıkılan,bişeye kızan,beni dövüp rahatlardı..
Karşı çıkıp,el de kaldıramazdım,çünkü bizde büyüğe el kaldırılmaz..
Anaya-babaya el kaldırmak zaten sözkonusu bile olamaz ama en azından küçük abime,ablama vurup kaçacak kadar gücüm vardı.
Bigün öyle yaptım.Madem el kaldıramıyorum,o zaman ben de ayak kaldırırım dedim,abime tekme attım..
Normal rutin dayağın yanında bir de onun için dayak yedim.
Bizde,büyüğe el kalkmadığı gibi,cevap da verilmez..
Babam beni döverken,biyandan da bağırır,çağırır,azarlardı.Bişey söyleyecek olsam, "Cevap verme!." deyip bir de cevap verdiğim için basardı tokadı..
Dövecek bir sebep bulamazsa,soru sorar,cevap verince de "Cevap verme!." deyip döverdi..
Okullarda çift dikiş gidişimin sebebi budur.Sözlüde,yazılıda sorulan sorulara,öğretmenden dayak yerim diye cevap veremedim..
Babamın eli çok sertti,anneminki daha yumuşak,büyük ağabeyiminki tırtıklı,küçüğünki dalgalı,ablamınki içtendi..
Hissederek döverdi..
Gözümü kapatsam,beni karışık bi şekilde dövseler,hangi tokadın kime ait olduğunu ezbere bilirdim.Hepsinin kendine has ayrı bir dövüş tekniği vardı..
Dayaklardan kurtulabilmek için evde sürekli hareket halindeyim..
Babam eve geliyor,mutfağa kaçıyorum..Annem mutfağa giriyor,tuvalete kaçıyorum..Ağabeyim tuvalete geliyor,tuvaletin küçük penceresinden arka bahçeye atlıyorum..
Vücut,sürekli yer değiştirmeye alışmış,evde kimsenin olmadığı,yalnız olduğum zamanlarda da iki dakkada bir yer değiştiriyorum,durduğum yerde duramıyorum..
Ayrca,nereye kaçabilirim?..Bin odalı sarayda oturmuyoruz ki,odadan odaya kaçayım..
Fakirliğin dibine vurmuşuz,tek odalı gecekonduda altı kişi...
Sırf ekmek yiyoruz..
Annemiz,bi tencereye üç ekmeği ufalıyor,basıyor terkos suyunu,kaynatıyor,oluyor sana "Ekmek çorbası.."
Ekmek taneli ekmek çorbası...
Suyu çorba oluyor,kalan peltesi de ana yemek...
Evde fazla şeker varsa,başka bir ekmeği dilimliyor,kızartıyor,basıyor şerbeti üzerine,oluyor sana "Ekmek tatlısı.."
Bi öğünde üç çeşit yemek yiyoruz..
Çorba : Ekmek çorbası...
Yemek : Ekmek peltesi..
Tatlı : Ekmek tatlısı...
Bir dönem ekmek sayesinde hayatta kaldık.Bu yüzden ekmeğe büyük saygım vardır,nerde bi ekmek görsem,önümü iliklerim...
Sadece biz değildik,bütün mahalle açlık sınırının altındaydı..Ya doğuştan lanetliydik,ya da biri beddua etmişti "Açlık sınırının altında kalasın inşallah!.." diye..
Mahallede sadece iki aile açlık sınırının altında değildi..Bizden bi üst sınıftaydılar.Açlık sınırındaydılar.Annem,aramızdaki sınıf farkından dolayı,beni aşağılamasınlar diye,onların çocuklarıyla oynamamı istemezdi...
Evde önüme gelenden dayak yememek için,ordan oraya kaçan,kıpır kıpır halimi gören bir komşu kadın,anneme, "Bu çocuk galiba hiperaktif.Bunu doktora götürün,eğer öyleyse,ona göre yönlendirirsiniz" demiş..
Halbuki ben yapı olarak bırak hiper'i,aktif bile değilim..
Ben tembelliğe inanırım..İnancıma da saygı gösterilmesini isterim..
Benim evde kıpır kıpır oluşumun sebebini komşu kadın nerden bilsin?.Tokat nerden gelecek diye sürekli etrafımı kolluyorum,sürekli tedirginim,o yüzden sürekli yer değiştiriyorum,hareket halindeyim..
Bugün bile,ellibeş yaşıma geldim,kimseyle biyerde beş dakkadan fazla oturamıyorum."Şimdi durup dururken,elinin tersiyle çakacak tokadı" diye tedirgin oluyorum...
Ne olmuş yani çocukken bi ton dayak yemişsem?..
Herkes yedi..
Öğretmenlerimizden de yedik,askerde komutanlarımızdan da yedik..Dayak sevgiye engel değil ki..Askerlik boyunca bizi döven,ağzımızı burnumuzu kıran komutanlarımıza,askerliğimizin bittiği gün vedalaşırken sarılıp hüngür hüngür ağlamıyor muyuz?...
(Bu nasıl bir psikolojidir anlamış değilim..Stockholm sendromudur diye tahmin ediyorum ama Stockholm'lulara sorsan "Yok,bunun bizimle de ilgisi yok.İsterseniz bi de yukarılara bakın" derler...
Babamız sadece beni değil,öteki kardeşlerimi de döverdi.Hakkını yiyemem,o konuda adaletliydi...
Ağabeylerim biraz büyüdüklerinde,birinin sigortası atar da,arada bi tane geçirir diye herhalde,dövmeyi bıraktı,sövmeye başladı...
Ama bildiğin küfür değildi.Bela okurdu.Kızdığı zaman "Allah belanı versin!." derdi..
Ama bunu öyle sert,öyle etkileyici söylerdi ki,fiziksel zarar vermezdi ama insanın psikolojisini bozar,bir hafta hayata küstürürdü.
Abartmak gerekirse,bir savaşta gönder cepheye,hoparlörle düşman mevzilerine doğru birkaç kez "Allah belanızı versin!." diye bağırsın,düşmanın yarısı bunalıma girip intihar eder,yarısı sersemlemiş bi halde teslim olurdu...
Ağabeylerim,babamın gazabından kurtulup ayrı bir ev açmak için erkenden evlenip "bi an önce" gittiler..
Ablama ilk kısmet çıktığında da ablam,annemin sözünü bitirmesini bile beklemedi.
-- Kızım,Nevşehirden bi adam...
-- Kabul anne...
Çocukken yakınlaşamadığım babamın yerine "Kaptan Swing" i, "Zagor"u falan koyardım..
Şimdi Abdullah Gül'ü o açıdan yakın görüyorum kendime...
Olsun..Önemli değil..Baba,babadır..Onlara hayatlarımızı borçluyuz.Ben de çocuklarım olursa,çocuklarımı döver,babamdan yediğim dayakların acısını çocuklarımdan çıkarırım.
Bizde işler böyle yürür..
Çünkü biz,zurnanın son deliğiyiz.....
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder